30 Eylül 2016 Cuma

Var Olmayan Dünyalar


Bir dünya düşünün ki ölüm yok. Başka bir dünya daha düşünün ki tarih yok, kelime yok, kitap yok, duygu yok, farklılık yok. Bir diğerinde birey yok, düzeni temsil eden biz var. Kimi kurgularda kast sistemi hakimken, bazılarında eşitlik var…

Gerçek olmayan dünya ve gelecek öngörüleri. Ütopyalar ve distopyalar.

Ray Bradbury-Fahrenheit 451, Yevgeni Zamyatin-Biz, Aldous Huxley-Cesur Yeni Dünya, George Orwell-Bin Dokuz Yüz Seksen Dört gibi kitapların öncülük ettiği distopik romanlar akımını, yine kitaplardan esinlenilerek kurgulanmış Otomatik Portakal, Matrix, 2012, Açlık Oyunları, Uyumsuz, In Time gibi, kimisi kaliteli kimisi vasat, sayısız film takip etmiştir. Tüm bu kitaplar, filmler olmayan gelecek kurgularıdır. Peki neden?
İnsan neden var olmayanı, henüz gerçekleşmeyeni görmek, bilmek ister? İnsanlar neden acaba’larına cevap bulmak için ideal gelecek, ideal dünyayı tanımlamaya çalışır? Ya da tam tersi, içinde bulundukları dönemin olumsuz gidişatı dolayısıyla karamsar bir tabloyla gelecek resmi çizerler?
Geleceğe dair bir takım öngörülebilir sosyal endişeleri olan insanlar, bu öngörülerini herkesle paylaşarak ‘bak böyle olmayalım, doğru yöne gitmiyoruz’ demeye mi çalışıyorlardır?

Ütopyalar, belki de hiç gerçek olmayacak çünkü olamayacak olan ideal dünya tasavvurlarıdır. Distopyalar ise bizi bekleyen karamsar gelecek kurguları… Bu iki kavram birbirlerini olumsuzluyor olsalar da ilginç şekilde aynı düşünsel temele sahiptirler. Neden Thomas More’un, Platon’un kurgusu ütopya oluyor da Orwell’inki distopya oluyor? Neden More’un olmayan ülkesi daha yaşanılası? Hangi kriterlere göre daha ideal? Komünizm de ideale ulaşma çabasıyla düşünülmüş ekonomik ütopya değil mi? Peki gerçekleştirilmeye çalışıldığında gerçekten vad ettiği düzeni sunabildi mi? Ya da Nazi Almanya’sı, Mussolini İtalya’sı ve Stalin Rusya’sı gibi özgürlükleri kısıtlayan, despotik rejimler hangi düşünsel arka planlarla ortaya çıktı?


18. yüzyılda teknolojik gelişmeler günlük yaşantıya girmeye başlamış ve gelişen imkânlarımızla beraber, insanlar pembe gelecek öngörülerinde bulunmuşlardı. İyimser Felsefe. Peki ne olmuştur da, pembe ütopyalar, siyah distopyalara dönüşmüştür? 2.Dünya Savaşı sonrası teknolojinin yıkıcı etkileri, zihinlerde sirenlerin çalmasına, ‘ya içinde bulunduğumuz ivmeli gelişme hali bizi iyi yerlere götürmüyorsa?’ sorunsallarının oluşmasına sebep olmuştur. O gün bugündür, geleceğe dair olumsuzlamaları dinleyip, izleyip, okumaktayız. Tüm alternatif kurguları düşünmekteyiz, önceden korkup, tedirgin olmaktayız. Ne demişler, yarının işini yarına bırakma, bugünden yap. Gelecekten, gidişattan sürekli korkarak ve hep endişe ederek yada sürekli geçmişe özlem duyarak mı yaşayacağız? Kitlesel paranoyaklaşma hali. Günümüz dünyası da Orwell’in bir zamanlar öngördüğü distopik gelecek değil mi zaten. Orwell mi dedik? O kim? Distopik romanlar akımının kült yazarlarından biri. Distopyalar ise son yüzyılımızın akımı. Kaliteli felsefi sorularla başlayıp, gereksiz endişeler silsilesiyle sonlanan akım. Boşa çıkan post-modern özgürlük çağı beklentisi.


Devasa büyüklükte ve yüksek teknolojiyle donatılmış kentler, özgürlüğü kısıtlanmış ve düşüncesi yönlendirilen izole toplumlar, karizmatik otorite, azamiye çıkartılan bir toplumsal denetim. Tercih hakkının, söz hakkının olmadığı, her şeyin kontrol altında olduğu totaliter bir rejimle yönetilen devasa hapishaneler. Büyük Kapatılma. Toplumsal ilişkilerin, kurumlar tarafından mükemmele yakın olarak örgütlendiği, herkesin makinenin küçük parçaları olarak bir işlev gördüğü, verimliğin had safada olduğu, her şeyin düzen tarafından belirlendiği, her hangi bir boşluk, tanımsızlık olmaksızın işleyen mükemmel sistemlerin fikir babaları, aslında akıllarında bir yerde gizli olan cenneti inşa etmeye çalışırken cehennemi inşa ederler. Toplum mühendislerinin, daimi doğruları oluşturmaya çalışırkenki çuvallama halleri.

Her zaman en iyisi hayal edilir, daha iyiye gitmek için de en’leri hayal etmek güzeldir, fakat bunu başkalarına dayatmaya başladığımızda ortaya hiç de daha iyisi çıkmıyor. Toplumun, kendi ‘en’ini kendisi ortaya çıkarması gerekiyor sanırım. Karıştı, sonuca bağlama vakti de geldi demektir öyleyse.


Şahsi kanaatim, distopyalar da aslında ideal olanı arama çabalarıyla ortaya çıkanların ütopyalarının gerçekleşmesi muhtemel sonuçlarıdır. İyi hedeflerle yola çıkan bu kişi veya grupların, her şey daha mükemmel olsun diye, toplumun olağan sürecine, insanın günlük hayatına yaptıkları dışarıdan müdahaleler, yapay ve insani olmayan düzenleri doğurur. Gerçekleştirilmeye çalışılmamış, gerçekleşmesi için kendine zemin bulamamış ütopyalar ‘ütopya’ olarak adlandırılmaya devam ediliyorlar, çünkü eğer gerçekleştirilselerdi –dikkat ediniz ettirgen bir çekim kullanmaktayım- hiç de planlandıkları gibi güzel bir yer olmayacaklardı. Çünkü yaşadığımız dünya hiçbir zaman o düşlenilen kusursuz yer olmayacak, zira olsaydı –ya da olma ihtimali oluyor olsaydı- zaten cennette yaşıyor olurduk ve ahiret denen şey de anlamını yitirirdi. 


26-09-2016

17 Kasım 2015 Salı

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş - 1 / Kitap Değerlendirmesi

''Adı bilinmeyen bir ülkede, dünya kuruldu kurulalı görülmemiş bir olay gerçekleşir. Ölüm, o güne kadar yerine getirdiği görevinden vazgeçer ve hiç kimse ölmez...''

Başrolü ölüm olan kitap, işte tam bu olaydan sonrasını ele alıyor. İnsanlar artık ölmemeye başlarsa neler oluru gayet soğukkanlı ve objektif, bir o kadar da keyifli bir dille okuyucuya sunuyor. Bir roman okurmuşcasına rahatça okunan kitap bir yandan da kafanızın içinde binlerce sorular oluşturuyor.

Hadi ölmesin o zaman insanlar, bayram yerine dönsün sokaklar, şenlikler dalga dalga yayılsın tüm ülkeye, herkes şaşkın ama bir o kadardan da fazla mutlu. Ölüm kayboldu, herkesin duyunca irkildiği ölüm artık bu topraklarda yok.. Bir basın açıklaması dinleyelim o zaman, sağlık bakanına sorsun gazeteci: Efendim, durum hakkında ne düşünüyorsunuz? Bakan durumun endişe verici olmadığını, Tanrı'nın artık böyle uygun gördüğünü, bizlerin de bu duruma memnuniyetle ayak uyduracağına dair bir takım cümleler söyler. Günler geçer, geçer geçer.. Tabi hayat hep gülüp eğlenmekten ibaret değildir. Bazen gülenlerle ağlayanların nedenleri aynı olabilir hayatta. Ne mi mesela? Herkes memnunken cenaze levazımatı ile uğraşan firmalar isyan etmektedir. Dünyanın varoluşundan bu yana süre gelen meslek sekteye uğramıştır. Artık hiç cenaze kaldırılmamaktadır. Peki bu insanlar nasıl geçineceklerdir artık sorusuna cevap verilmelidir. Pek tabi hükümet buna bir çözüm bulur. Kedi, köpek, kuş, sirk hayvanları vb canlılara cenaze kaldırılması zorunlu kılınmıştır bundan sonra ki cenaze levazımatçıları işsiz kalmasın. (Not: Ne kadar da tatlı bir çözüm ) Bu halledildi halledilmesine de, hastaneler devreye girer sonra. Ne mi olmuş hastanelerde? Koridorlara kadar taşmış hastalar.. Ölüm döşeğindekiler ölmediğinden ve hasta sayıları da gün geçtikçe arttığından hasta odalarının sayısı yetersiz gelmeye başlamış. Ne yapsak ki diye düşünüp çok makul ve insani bir basın açıklaması yapılmış. Saygıdeğer hasta yakınları, ölmek üzere olup da ölemeyen hastalarınızı sevgi dolu evlerinize alınız ve bakımlarını bizzat kendiniz yapınız denmiş, böylelikle arafta olan hastalar boşu boşuna odalarda yer işgal etmez olmuş. Çok geçmeden mutlu son yuvaları da dile gelmiş. Mutlu sondan kasıt huzur evi aslında. Belli yaşı aşıp artık ölmesi beklenen yaşlılar ölmeyince huzur evleri çığrından çıkmış tabi. Piramit tersine dönmüş, hergün bakım isteyen, kendi işlerini göremeyenlerin sayısı sürekli artarken, onlara bakanların sayısının aynı kalması mantıklı mı hiç? Hayır. O zaman ne yapmalı diye sormuş bakan? Huzur evi sayısının artması gerekiyor, konut veya sarayları mı huzur evine dönüştürsek ya da daha ileri geleceği de temin altına almak adına sadece bu amaca hizmet eden büyük binalar mı inşa etsek diye düşünüp, huzur kasabaları inşa etmeye karar vermişler. Hoşnutsuzluk emaresi gösteren bir diğer kurum da sigortacılar olmuş. İnsanlar sağlık sigortalarını iptal eder hale geldiğinden sigortacılık baştan ele alınmış, 80 yaşı sembolik ölüm yaşı ilan edilmiş mesela.

Tüm bunlar olurken devlet ne yapacağını şaşırmış hale gelmiş tabi ve bir komisyon oluşturmuş. Farklı dinlerin temsilcileri, felsefeciler, sosyologlar falan varmış bu kurulda. Amaç ölümün olmadığı bu ülkede olası durumları tespit edip önlem almak. Problem şu ki, masanın başındakilerin hiçbiri ölümün artık olmuyor oluşuna göre fikir yürütemezlermiş.

'' Dinlerin varoluş nedeninin temelinde, ölüm olgusu yatmaktadır. Ölüm olmadığı sürece dinin de işlevi kalmayacaktır. Çünkü din dünyevi bir konudur aslında, öbür tarafla hiçbir ilgisi yoktur. '' Sadece bu taraftakileri ilgilendirir. Ölümün artık olmuyor oluşunu kabul etmek kiliseyi işlevsiz kabul etmek demektir, bu temelin üzerinde fikirler yürütmek bir din adamı için kendi disiplinini çürütmek demektir.

''Felsefenin de ölüme ihtiyacı vardır. Felsefe yapmak, ölmeyi öğrenmektir.'' Dolayısıyla hiçbiri ölümün kaybolmasını kabullemeyip, bunu ancak Tanrı'nın bu şekilde uygun gördüğü neticesine varmışlar ve ülke çapında bir dua kampanyası başlatma kararı almışlar.

Din adamları, düşünürler, siyasetçiler düşünedursunlar.

Sınırın 2 km gerisinde bir köyde yaşayan, ölüm döşeğindeki yaşlı adam çoktan bulmuş kendi çaresini. Kızlarından son ricası, onu sınırın ötesine geçirip ölmesini sağlamalarıymış. Kızları ilk başta tereddüt etseler de, babalarının daha fazla acı çekmesine tanık olmak istememişler ve yaşlı adamı sınırın ötesine taşımışlar. Adamcağız sınırın ötesinde can vermiş. Ertesi gün haberlerdeki manşet 'Katil Kız Kardeşler' olmuş. Ne toplumun vicdanı ne de devlet izin vermemiş pek tabi bu gayriahlaki duruma. Silahlı kuvvetler sınırlar boyunca nöbet tutmaya başlamış, kimse cinayete teşebbüs etmesin diye ama ne çare. Mafya girmiş için içine. Adamlar parayı çatır çatır alıp, isteyenlarin hastalarını sınır dışına taşıyıp bir de üstüne defin işlerini hallediyorlarmış. Tam hizmet anlayacağınız. Silahlı kuvvetler ve mafya arasında bir dolu problem tabi sonra ama ne çare. İnsanlar ölmek istiyor devlet izin vermiyor öyle mi? (İçten içe istese de resmi olarak böyle bir şeye izin veremiyor) Bir darbe tehlikesi oluşur. Gerçi bu durumda sıkılan kurşunlar pek işe yaramayacağından, kimse kimseyi öldüremeyeceğinden  darbe falan da olmaz. Mafya sınırlara yaşlı ve hastaları taşımaya devam eder. Komşu ülkeler girer sonra işin içine. Neymiş efendim, sınırları mezarlıktan geçilmiyormuş. Bu bahane tabi, aslında onlar da ölümsüzlüğün sırrını öğrenmek istiyorlar da, devlet meselesi haline getirmeye bahane arıyorlar işte. Nitekim savaş falan çıksa bizim ülkenin askerleri ölmez, onların tarafı ölür, baştan kaybedilmiş savaşa girmeye ne hacet demişler ve söndürüvermişler cılız seslerini çok geçmeden. Ama sonra bu kıskançlıkları 'ucuz kurtulduk' tavrına bırakmış yerini. Çünkü ölünemeyen ülkede bir kaos hakimdir. ''Şöyle ki ; Aktif nüfusun sayısı stabilken, emekli sayısı sürekli artmaktaydı. Emekli kesimin aylıkları çalışanların emekleri neticesinde ödendiği düşünüldüğünde, mutluluğun zirvesi gibi algılanan ölümün ortadan kaybolması hiç de iyi şeylere sebep olmuyordu. Felaket kaçınılmazdı. Felaketten öte bu bir karmaşa, bir afet, devletin iflası olacak, canını seven kaçsın denecek, ama bundan kaçış olamayacaktı. Eğer tekrar ölmeyi beceremezsek dedi kral, sonumuz karanlık... ''

...

Ulusal televizyon genel müdürü bir sabah bir isimsiz bir mektup alır ve okuduğu şeyler karşısında ne yapacağını şaşırır. Durumu başbakanla paylaşır. Akşam dokuz haberlerinde basın açıklaması yapmaya karar verirler. Açıklamada mektup tüm halka okunur:

Mektup ölümden gelmektedir. Kendisinden bu denli rahatsız olan insanların sonsuz yaşamı görmelerini istemiş olan ölüm, görevine ara verdiği bu yedi ayın ardından geri dönmüştür. Ve saatler 12yi vurduğunda olması gereken ölümlerin hepsi gerçekleşmeye başlayacaktır. Bu demektir ki, bu gece toplu ölüm manzaralarına şahit olacak olan ölünemeyen ülkenin insanlarının bu duruma tedbir alması gerekmektedir. İç işleri bakanlığı, cenaze levazımatçıları birliğini, toplu tabut imalatı için marangozlar birliğini devreye sokar. Artık ölmeyeceğine inanmış insanların yaşayacağı ruhsal çöküntü için ise rehabilitasyon çalışmaları düşünülmektedir. Kiminin felaket, kiminin ise kurtuluş olarak gördüğü an'a 3 saat kalmıştır. Ölüm geri gelmiştir..


18-11-2015



*Tırnak içinde yazılanlar kitaptan alıntılardır.



21 Şubat 2015 Cumartesi

Biriktirmeyi Seven İnsan

Biriktirmek


İnsan biriktirmeyi sever.  Anı biriktiririz en çok, hisleri biriktiririz. (zaman aktıkça elimizde olmadan birikiverirler zaten, en kolaylarıdır o yüzden)  Yaşayan herkesin ister istemez yıllar sonunda geriye baktığında geçen yılları ve anıları vardır. Biriktirdiğimiz arkadaşlıklar vardır, onların dostluğa dönüşenleri vardır, benzer düşünen zihinler, aynı hisseden kalpler vardır.  Tecrübe olarak adlandırıp geçtiğimiz ama aslında istemeden biriken acı anlar da vardır. Nerde duydum hatırlamıyorum; ''O ateş seni kül etmiyorsa pişirir evlat!''  gibi özlü sözlerle avuntu bulunan yıkılmadım ayaktayımcılıklar vardır.

Biriktirmek olgunlaştırır mı ki insanı? Yük olmaktan çıkarıp kullandığımız birikintiler ileriye götürür mü her zaman? Yoksa yol bir çemberse ve biz ilerliyorsak, en başa mı döneceğizdir? Peki ya annem böyle pasta yapmayı nerden öğrendi! (Ve bu reklam izleyen jenerasyondan beklenen hareketti, tamam geçti. )

Bilgi-....... diyince neyle doldurursunuz boşluğu? Bingo, birikim! bilgi de birikir, en çok da o birikir. Mi acaba? En zor da o birikir. Yıllar boyunca işimize yarasa da yaramasa da bir şekilde aklımıza sokmaya çalıştığımız ders yığınları ve kendimizi bir robota dönüştürme çabalarımız. Doldur-boşalt, oku-geç, depola-unut; usp'msi akıllar düşünemezler. Neden, çünkü akışına bırakmaya alışmışlardır. Başkalarının, ki o başkaları düzen oluyor, düzenin emir komuta zincirine göre doldurulup boşaltılırlar. Yapılması gerekeni yapmaktan düşünmeye vakitleri yoktur. Hissetmeye vakitleri yoktur,  soru sormaya vakitleri yoktur. Hızlıca büyümeleri gerekmektedir, büyüyüp adam olmaları gerekmektedir. Çookça biriktirmeleri gerekmektedir, gerekli gereksiz, non-stop..  Arada bir teklemediğimiz oluyor mu tabi ki oluyor, ama kısa sürüyor, çünkü kısa sürmek zorunda, zaman bu kadar hızlı akarken ve rakip olarak kodlanan insancıklar yürümeye pardon koşmaya devam ederlerken tereddüt edip neyi neden yaptığına dair soru sormaya ne gerek iwlağdım? Durma sen koş...

Söz niye buraya geldi ki? Böyle planlamamıştım, geri sarıyorum. Fıtı fıtı fıtı(!)

Bilgi de birikir, tek başına birikmemesi gereken yegane şey, katıksız biriken bilgi kibir yapar, az kalpten eklemek gerekir, vicdan eklemek gerekir, azıcık da yaşanmışlıklardan, biraz da dost akıllarından ödünç alıp şöyle bir karıştırıp ortaya şöyle mütevazi bir o kadar da oturaklı ve kendinden bir yaklaşım çıkarırsa insan, hiçbir şeyi öylesine biriktirmemiş demektir. Sindirmiş, sormuş, cevabını bulamasa da hala arıyor demektir. Ve arayışı hiç bitmeyecek insanın birikintileri de hiç bitmeyecektir. Masallar her zaman mutlu sonla biterler, o yüzden masaldırlar, ama sonlu gerçekliğimizdeki arayışımız doğru ya da yanlış hep bir değişim içinde olacak, aynı hayat gibi hareket hiç sonlanmayacak, ve biz sırtımızdaki torbaya yeni şeyler atarak yürümeye devam edeceğizdir..

Sonsuza kadar durmamak, biriktirmek dileğiyle;

Nice güzel anılar, sorular, bilgiler, dostlarla...




20.02.2015

29 Ocak 2015 Perşembe

Mimari Üzerine


Bir çaylağın mimariye bakışını tanımlama denemesi mi desek ki şuan yazdıklarıma? Tanımlardan çok sorulardan ibaret bir çalışma olacak gibi sanki, daha katılımcı, daha düşünsel belki..

''Mimari, binaları ve diğer fiziki yapıları tasarlama ve kurma sanatı ve bilimidir.''


Ne kadar da sıkıcı tanımlar, ruhsuzlar..Alıntı yaparak başlarsak eğer, her mimarlık öğrencisinin bir şekilde bir yerlerden aşina olabileceği bir ifade 'mimarın görevi dünyayı korumak ve yaşadığı çevreyi güzelleştirmektir', hayır, tüm insanların görevidir ki bu; yarar sağlamak, güzelleştirmek, iyi olmak, korumak, kollamak, yapmak...


Mimarlar ne yapar peki? Yapıları yapmaya çalışırlar. Yapı olmadan önce sadece çizgiden ibarettirler o tasarımlar. Çift çizgi bir duvardır, pardon duvar olacaktır, ve biz ruhumuzdan vereceğizdir o çizgilere, kimlik katmak için o yapılara; çünkü neden? Yapılar şehirleri oluşturur; her şehrin yansıttığı kimlikleri vardır ve şehirler dünyanın yaşayan merkezleridir; el değmemiş doğadan farklıdırlar, insandan iz taşırlar; bir dini, bir düşünceyi yansıtırlar, yaşatırlar; tarih de okunur şehirlerden, toplumlar da. Her toplum, her medeniyet, her zihniyet iz bırakır yaşadığı çevreye; ve nefes alır şehir o ruhlarla.. Çünkü insanlar olmadan şehirler var olamaz; yapılar var olmadan da şehirler. Zihniyetler yoksa, bir medeniyet yoksa, bir disiplin yoksa eğer, kimlik de yoktur, olmayacaktır, olamayacaktır. Şehrin kimliği toplumu tanımlar, toplumlar da şehirleri.. Bu kısır döngü bitmez, sürer gider... Pardon biter, bitebilir; zihinler donarsa hani, donup kalır da çevresine ışık vermeyi bırakırlarsa, derinlikten uzaklaşır ve çekilirlerse kıyılarına düşünen beyinler, ve yok olursa nitelikli dediğimiz insanlar topluluğu, şehirler de erimeye başlamaz mı ki o zaman? Aldığımız kadarını veremiyor isek eğer vefa gösterememiş olmaz mıyız? Asıl bu sorular sürer gider.. Gider gitmesine de, peşine giden olmazsa yaşatılan tarihler yok oluverir.


Çevre= tabiat (bize sunulan) + yapılar(bizim sunduğumuz)


'Şehirler insanların toplumsal hayatına şekil verir, sosyal mesafeleri belirler. Şehirler insanları bir araya getirir.' T. Cansever


Çevremiz bizi ve biz de çevremizi etkiliyorsak eğer, bu ne demek?
Her şey insanla başlıyor demek, insanla anlam kazanıyor cansız varlıklar, yada kaybediyorlar değerlerini. İnsanla ilişkisi olmayan, olamayan bir tanım yapmak mümkün değil o zaman hiçbir şey için; biz varsak onlar da var, biz yoksak onlar da yok. Zihin dünyamızı yaşadığımız dünyaya yansıtan bizlerin düşündükleri kadarını inşa edebiliyorsak eğer, ne çok bilmemiz gerekiyormuş yaşayan, yaşatan bir çevre oluşturabilmek için. Derinlere inmek gerek, daha derinlere.. Bir düşünce insanları bir araya getirebilir çünkü, yine başka bir düşünce o insanları ayrıştırabilir. Bir düşünceyi yansıtan çevre toplumları barıştırırken, bir diğeri ayrıştırabilir. İnsanlara sağladığımız yaşam alanları onları mutlu edebilir, neşelendirebilir, huzur verebilir.


Yani mimarlar dünyayı değiştirebilir? Bizim düşünsel arka planımız mimariyi, mimari de insanların, toplumların yaşam tarzlarını, psikolojilerini etkileyebiliyorsa; bir kütüphane çalışanı bulunduğu mekanda mutluysa, bir bankacı iş yerinede huzurlu hissedebiliyorsa, bir çocuk okulunda yeni şeyler görüp ufkunu açabiliyorsa ve büyüdüğünde de daha iyilerini yapabilecekse, ve bir çorap söküğü gibi tüm bu durumlar birbirlerini etkileyerek genişleyeceklerse, mimar başarmış demektir. Bir kişiyi bile rahat ve mutlu hissettirebilmiş yada soru sordurup düşünmesine sebep olabilmiş ise başarmış demektir. Mimari medeniyet kuramaz evet, ama sadece bir medeniyetteki derin zihinler, düşünsel arka planlar bir mimari dil yakalayabilirler ve amaçları insan yararı olur.
 'insan'


Kendi kulelerinde yaşayan ruhsuz, sorusuz, siyah adamların uyandırılması gerek;
katılımın sağlanabilmesi gerek;
insanlara şehirlerini, çevrelerini, doğayı, ve dolayısıyla dünyayı, ve hayatı sevdirebilmek gerek;
farkındalık gerek;
soru sormak gerek;
kafa karıştırmak gerek;
seyretmeyi bırakıp yapmaya başlamak, yapıcı olmak gerek,
kavramsallaştırmak gerek, ama aynı zamanda kolay anlatabilmek gerek;
bu dünyayı güzelleştirmek gerek,
yaşamları güzelleştirmek gerek,
hayatlara dokunabilmek gerek,
herkesten olmak gerek,
mutlu olmak, mutlu edebilmek gerek...
insanileştirmek gerek..
 



28.01.15